Türkiye’nin okuma becerileri, matematik ve bilim alanlarında 2015 yılına kıyasla sıralamasının arttığının görülmesine rağmen hala alt sıralarda yer aldığına dikkat çekerek, 2012 yılında Türkiye okuma becerilerinde 475 puan alırken, 2015 yılında düşüş göstererek 428 puan olmuş, 2018 yılında da 466 puana yükselmiştir.
Matematik alanında 2012 yılında Türkiye 448 puan alırken, 2015 yılında 420 puana düşmüş, 2018 yılında da 34 puanlık artış göstererek 454 puana yükselmiştir.
Bilim alanında da Türkiye 2012 yılında 463 puan alırken, 2015 yılında 425 puana düşmüş, 2018 yılında da 43 puanlık artış göstererek 468 puana yükselmiştir.
Elbette 2015 yılına göre Türkiye’nin puanlarını artırması olumlu bir gelişmedir ancak bu durum, hala OECD ortalamasının altında ve puanlarımızın da çok düşük olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Bu noktada Türkiye’nin bu başarısızlıklarının nedenleri ortadan kaldırılmalı ve ülkemiz eğitim yarışında en azından OECD ortalamasına ulaşabilmelidir.
Bu noktada bazı yapılması gerekenleri şu şekilde sıralayabiliriz:
Eğitim sistemi milli olmalı ve bütüncül bir sistem olarak ele alınmalıdır.
Milli bir eğitim sistemi öncelikli hedef olmalıdır. Diğer ülkelerde başarılı olduğu varsayılan model veya uygulamaları ülkemiz eğitim sisteminde aynen uygulamaya kalkmak doğru bir yaklaşım değildir.
Sürekli sistem değişikliğine giden ülkemizde her yapısal değişikliğin etkisi uzun yıllar sonra görülmektedir. Bakanların sık sık değişikliği, akabinde program geliştirme süreçlerinde de benzer durumun yaşanması ciddi sorunları beraberinde getirmektedir.
Türkiye’de okullaşma oranları ivedilikle artırılmalıdır: Okullaşma oranları 2013-2014 eğitim-öğretim yılında ilkokulda yüzde 99,57 iken, devam eden yıllarda düşüş göstermiştir.
Okullaşma oranları ilkokulda 2014-2015 eğitim-öğretim yılında 96,30, 2015-2016 eğitim-öğretim yılında 94,87, 2016-2017 yılında yüzde 91,16 olmuştur. 2017-2018 eğitim-öğretim yılında ise ilkokulda okullaşma oranı yüzde 91,54’e yükselmiştir.
2018-2019 eğitim-öğretim yılında okullaşma oranı ilkokulda yüzde 91,92 olmuştur. 2018-2019 eğitim-öğretim yılında okullaşma oranı 5 yaş düzeyinde yüzde 68,30, ortaokulda yüzde 93,28, ortaöğretimde de 84,20’dir. Ülkemizin eğitimde öncelikli hedeflerinden birisi okul öncesi de dahil olmak üzere okullaşma oranlarını yüzde 100 düzeyine ulaştırmak olmalıdır.
Bölgeler ve okullar arasındaki farklar giderilmelidir: Bu noktada bölgelerin eğitim haritaları çıkarılması çok önemli bir husustur. Örneğin derslik başına düşen öğrenci sayısında ortalama ilkokul ve ortaokulda 24, ortaöğretimde 20 öğrenci düşmektedir.
Ancak büyük şehirler ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde derslik başına düşen öğrenci sayısı Türkiye ortalamasının üzerindedir. Derslik başına düşen öğrenci sayısı İstanbul’da ilkokul ve ortaokulda 30, ortaöğretimde 22; Bursa’da ilkokul ve ortaokulda 28, ortaöğretimde 19; Hakkari’de ilkokul ve ortaokulda 30, ortaöğretimde 25; Gaziantep’te ilkokul ve ortaokulda 35, ortaöğretimde 23; Şanlıurfa’da ilkokul ve ortaokulda 32, ortaöğretimde 20’dir.
Bu noktada yapılan gerçek değerlendirmeler ile ülkenin tamamındaki mevcut durum saptanmalı, okul müfredatından, öğrenci durumuna, öğretici kadrodan yönetim kademesine tüm gerçekliğiyle ele alınmalıdır.
Değerlendirmeler tarafsız ve uzman bir kadroyla yapılmalıdır. Eğitim dışındaki faktörler -özellikle siyasi kaygılar süreçten uzak tutulmalıdır. Tarafsız bir şekilde yapılan bu taramanın ardından her bölge adına ayrı bir şekilde planlanacak kapsamlı 1-3-5-10 yıllık sistematikleştirilmiş eğitim kalkınma planları oluşturulmalıdır.
Bu hususta her eğitim bölgesi için eksik ve ihtiyaçlar belirlenip uzun vadeli yatırımlar yapılmalıdır. Eğitim kurumları, eğitim alt yapıları, destek hizmetleri de süreçlere katılarak bütüncül olarak ele alınmalıdır.
Yönetici atamaları liyakate ve ehliyete göre yapılmalıdır: Okulların ehil olmayan yöneticiler tarafından yönetiliyor olması okullarımızın kalitesini düşürmektedir.
Yıllardır sözlü sınav usulüne göre yapılan ve dolayısıyla yandaşların kayırıldığı yönetici atamaları nedeniyle iş bilmez insanlar makamlara getirilmiştir. Bu durum, eğitim çalışanlarının motivasyonunun da olumsuz etkilemektedir.
Son yapılan yönetici atamalarında Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk sözlü sınavın etkisini sıfırlamış, tüm yönetici adaylarına yazılı sınav puanı oranında sözlü sınav puanı verilmesini sağlamıştır.
Ancak irade değiştiğinde yeniden eski usule dönülmesi mümkün olabilecektir. Bu noktada MEB’de yönetici atamalarının sadece yazılı sınav esasına göre yapılması zorunluluktur.
Bakanlık bu konuda bir düzenleme yapmalıdır. Öte yandan Türkiye’nin en başarılı öğrencilerinin eğitim gördüğü proje okullarında öğretmen ve yönetici atamaları da Bakan onayı ile gerçekleştirilmektedir.
Bakanlık taşra teşkilatının çeteler tarafından yönetildiği göz önüne alındığında bu okullara yapılan atamalar tamamen Bakanlık merkez teşkilatından bağımsız olarak gerçekleşmektedir. Bu noktada proje okullarının da tıpkı diğer okullar gibi MEB Yönetici Atama Yönetmeliği’ne tabi olması gerekir.
Öğretmenlik Meslek Kanunu çıkarılmalıdır: Öğretmenlik Meslek Kanunu mutlaka çıkarılmalı, bu kanunla birlikte öğretmenlere kaybettikleri itibarı geri verilmelidir.
Öğretmenlerin toplumsal statülerini ve saygınlıklarını artıran bu kanun eğitimde büyük hamleler yapılması için de gereklidir. Öğretmenlerin kazanılmış haklarına dokunulmadan yapılacak bir meslek kanunu motivasyonlarını artırarak, daha verimli eğitim hizmetine katkı sağlayacak ve dolayısıyla Türkiye’yi dünya sıralamasında öne taşıyacaktır.
Öğretmen atamaları artırılmalıdır: Öğretmen, eğitimin olmazsa olmaz unsurudur. Bu nedenle özellikle öğretmen atamalarından tasarruf etmek büyük bir hatadır. Türkiye’de öğretmen açığının 100 bine yakın ücretli öğretmenle giderildiği, öğretmensiz sınıflar olduğu 500 bini aşkın atama bekleyen öğretmen olduğu göz önüne alındığında öğretmen atamalarının yetersizliğinin başarıyı ciddi oranda düşürdüğü aşikârdır.
Dolayısıyla her yıl yapılan 20 bin, 30 bin atama ile bu sorun çözülemez. Nitekim son olarak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay 2020 yılı için 20 bin atama yapılacağını açıkladı.
Bu konuda her ne kadar MEB bürokratları, atama sayısının artırılması yönünde çalışmaları olduğunu dile getirseler de, ne kadar atama yapılacağı şu an için bir muammadır.
Bakanlığın Şubat ayında en az 60 bin, 2020 yılı sonuna kadar ise 40 bin daha atama yapması eğitimimizin geleceği açısından çok önemlidir. Bu nedenle 20 bin atamayı kabul etmemiz mümkün değildir.
Öte yandan sözleşmeli ve ücretli öğretmenlik kaldırılmalı, tüm öğretmenlerimiz KPSS puan üstünlüğüne göre kadrolu olarak atanmalıdır. Sözleşmeli öğretmenlerin yaşadığı aile dramları dikkate alındığında, aklı fikri eşinde, çocuğunda olan öğretmenler ile başarı yakalanamayacağı gerçeği görülmelidir.
Her okula bütçe verilmelidir: Türk Eğitim-Sen olarak, yıllardır yönetici ve öğretmenlerimizin velilerimizle karşı karşıya bırakılmasını eleştiriyor ve her toplu sözleşme döneminde öğrenci başına okullara bütçe tahsis edilmesini gündeme getiriyoruz. Bu noktada uluslararası ölçekli sınavlarda başarı elde etmek istiyorsak, vizyon belgesinde de yer aldığı üzere okullara bütçe tahsis edilmelidir.
Öğretmenlere teşvik uygulaması getirilmelidir: Bölgeler arası farkların en büyük nedenlerinden birisi mahrumiyet bölgelerinde görev yapan öğretmenlere teşvik uygulaması getirilmemesidir.
Bakanlık mahrumiyet bölgelerinde sözleşmeli öğretmen istihdamı ile bu sorunu çözmeye çalışsa da, bunun yolu öğretmenlerimizi esir etmek değildir. Yapılması gereken Türk Eğitim-Sen’in yıllardır dile getirdiği zorunlu hizmet tazminatı önerisi dikkate almaktır.
Buna göre; 1. hizmet bölgesi alanlarına atananlara 1 brüt asgari ücret, 2. hizmet bölgesi alanlarına atananlara 1,5 brüt asgari ücret, 3. hizmet bölgesi alanlarına atananlara 2 brüt asgari ücret tutarında zorunlu hizmet tazminatı ödenmesi ve bu bölgelere isteğe bağlı olarak atanan ve bu kapsamda görev yapmakta olanlara tazminat tutarlarının ½’si oranında zorunlu hizmet tazminatı ödenmesi yapılmalıdır. Bu şekilde öğretmenlerin mahrumiyet bölgelerinde gönüllü olarak çalışması sağlanabilir.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.