Türkiye'de birçok meslek grubu fiziksel, psikolojik ve cinsel şiddete maruz bırakılıyor. Bu meslek gruplarından bir tanesi de öğretmenler. Öğretmenlerin yüzde 29.3’ü okul ve çevresinde şiddete maruz bırakıldığını, yüzde 54’ü sözlü, yüzde 38.7’si psikolojik, yüzde 7’si fiziksel, yüzde 0.3’ü cinsel şiddete maruz bırakıldığını ifade ediyor.
Pek çok kademede ve pek çok kurumda eğitim-öğretim gayesi güderek çalışan öğretmenlerin yaşadığı sorunlar ne yazık ki çoğu zaman bir muhatap bulamıyor. Öğretmenlerin yaşadığı sorunlar, eğitim-öğretimin durumu ve eğitim-öğretimin geleceği hakkındaki endişeler, çözüm yolları, öğretmenlerin bürokratik yalnız bırakılışı, statüsel korumasızlık ve daha birçok konu hakkında Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer ve Eğitim-Sen eski yöneticisi Özgür Bozdoğan ile konuştuk.
"ÖĞRETMENLERİ HEDEF HALİNE GETİREN POLİTİKALARA SON VERMEDEN ŞİDDET ENGELLENMEZ"
Eğitim-Sen eski yöneticisi Özgür Bozdoğan, öğretmenlerin farklı biçimlerde şiddete maruz kaldığı bir dönemden geçtiklerini belirterek, şunları anlatıyor:
"Kimi zaman öğrenci velilerinden, kimi zamanda farklı kaynaklardan gelen fiziksel şiddetle birlikte sözel ve duygusal şiddetin yoğunlukla öğretmenleri hedef aldığını görmekteyiz. Şiddetin kendisini üreten nedenlere değil de şiddetin sonuçlarına odaklanıldığı için bu soruna çözümde üretilememektedir. MEB, genel olarak okullarda yaşanan şiddeti, özel olarak da öğretmenlere dönük şiddeti önemli ve acil bir sorun olarak gündemine almadığı için ciddi şekilde eleştirilmektedir. Bundan dolayı da bir kaç yıl önce, sendika temsilcilerinin de katılımıyla şiddetin önlenmesine dönük bir çalıştay yapıldı. Çalıştayda MEB tarafından hazırlanan bir eylem planı katılımcılarla paylaşıldı. Şiddetin nedenlerini tespit ederek ortadan kaldırmayı hedeflemeyen ve şiddeti sadece güvenlik boyutu ile gündeme alan bir yaklaşımın sorunu çözmeye yetmeyeceğini o çalıştayda da ayrıntılı olarak ortaya koymuştuk. Öğretmenleri hedef haline getiren söylem ve politikalara son vermeden; şiddeti üreten sosyolojik iklimi değiştirmeden ve özellikle de öğrencilerin eğitim aracılığıyla geleceklerini değiştirme umudunu büyütmeden şiddeti, özellikle de öğretmenlere dönük şiddeti engellemek mümkün değildir. MEB’in bu konuda sorumluluklarını yerine getirmek bir yana sorunu gündemine dahi almadığının altının çizilmesi gerekmektedir."
"MEB HIZLICA MÜLTECİ ÇOCUKLARIN EĞİTİMİ SORUMLULUĞUNU ÜSTLENMELİ"
Bozdoğan, Suriye'de yaşanan iş savaş nedeniyle Türkiye'ye gelmek zorunda kalan mülteciler ve bu nedenle okullardaki mülteci öğrencilerin durumuna ilişkin şunları söylüyor:
"Son dönemde yaşanan gelişmeler ve özellikle küresel ekonomik kriz, bölgesel savaşlar yoğun bir mülteci hareketliliğine neden oldu. Bunun sonucunda da ciddi bir mülteci nüfusla karşı karşıya kaldık. Bu nüfusun ciddi bir bölümüde çağ nüfusu diyebileceğimiz okul çağındaki mülteci çocuklardır. Bu çocukların kapsayıcı eğitim yaklaşımıyla ülkenin eğitim sistemine dahil edilmesi gerekmektedir. Bunun olabilmesi için de gerekli düzenlemeler ve altyapı hazırlıklarının tamamlanması, ders içeriklerinin ve araçlarının oluşturulması gerekmektedir. Ayrıca öğretmenlerin mesleki yeterliliklerinin de oluşan bu yeni duruma uygun olarak geliştirilmesi gerekmektedir. Bu hazırlıkların hiçbiri yapılmadan mülteci çocukların eğitiminin tam anlamıyla sağlandığından söz etmek mümkün değildir. Mülteci çocuklar, özellikle de pandemi döneminde, eğitime erişimde ciddi sıkıntılar yaşamış ve bir bölümü okulu bırakarak çocuk işçi haline gelmiştir. MEB, bu konuda gerekli hazırlıkları yapmak yerine tüm sorumluluğu öğretmenlere bırakmıştır. Bu durumda öğretmenler altından kalkamayacağı sorumlulukları tek başına üstlenmek zorunda kalmıştır. MEB’in hızlıca mülteci çocukların eğitimi ile ilgili gerekli sorumlulukları üstlenmek durumundadır."
Özgür Bozdoğan
"YÖNETİCİLER LİYAKATA GÖRE DEĞİL, SİYASAL YAKINLIKLARA GÖRE BELİRLENİYOR"
Öğretmenlerin şu an hem özlük hem de ekonomik açıdan ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğunun altını çizen Bozdoğan, şöyle devam ediyor:
"Yaşanan bu sorunların MEB yönetiminin bu işi yapamamasından kaynaklı değil bizzat yapılan tercihlerin sonucu olduğunun ifade edilmesi gerekmektedir. Bugün öğretmenler ağır ekonomik sorunlar altında yaşamak durumunda kalıyorsa bu doğrudan MEB’in ve siyasi iktidarın tercihlerinden dolayıdır. Doğal olarak da bu sorunun çözülebilmesi ancak bu tercihlerin değişmesi ile mümkündür. Yaşanan bir başka sorun da, eğitim yöneticilerinin liyakata göre değil de sendikal ve siyasal yakınlıklara göre belirlenmesidir. Bu durum eğitim kurumlarının işleyişinde ve öğretmenlerin çalışma yaşamında ciddi sorunlara neden olmaktadır. Bunun çözümü ise ancak liyakat temelli bir yaklaşımla eğitim yöneticilerinin belirlenmesi ile mümkündür."
"TASARI, SORUNLARA ÇÖZÜM ÜRETMİYOR"
Bozdoğan, yaşanılan sorunlara ilişkin açıklamalarına şöyle devam ediyor:
Bugünlerde öğretmenlerin yaşadığı ve yaşayacağı temel sorun TBMM’de gelecek hafta görüşülecek olan Öğretmenlik Meslek Kanunu'dur. Bu kanun tasarısını gerçek anlamda bir meslek kanunu olarak kabul etmemiz mümkün değildir. Özel öğretim kurumlarında çalışan öğretmenlerle ilgili hiç bir düzenlemenin bulunmadığı bu tasarı, öğretmenlerin yaşadığı sorunlara çözüm üretmemektedir.
Bu tasarı ile öğretmenlik mesleği öğretmen, uzman öğretmen ve baş öğretmen olarak kademelere ayrılmaktadır. Bu durum özel bir ihtisas mesleği olan öğretmenlik mesleğini kariyer mesleği haline getirerek öğretmenlerin yarışmasını hedeflemektedir. 'Rekabet verimi artırır' olarak özetleyebileceğimiz liberal bir akıl öğretmenlik mesleğini piyasanın ilkelerine göre düzenlemeye çalışmaktadır. Bu durumun öğretmenler arasında ciddi eşitsizlikler ve sorunlar üreteceğinin altının çizilmesi gerekmektedir.
"ÖĞRETMEN KAYBEDERSE TOPLUM KAYBEDER"
Tasarıda öğretmenler açısından sorun üretecek bir başka bölümde aday öğretmenlerle ilgili olanıdır. Bu tasarı ile aday öğretmenlerin meslekten çıkarılması kolaylaştırılmaktadır. Bu nedenle de öğretmenler bu kanun teklifinin geri çekilmesini istemektedir.
Öğretmenler tarihin her döneminde olduğu gibi bugün de çok çeşitli sorunlarla baş etmek durumunda kalmıştır. Ancak, yine her dönemde olduğu gibi, öğretmenler hakları ve gelecekleri için mücadele etmeye devam etmektedir çünkü çok iyi bilirler ki; öğretmen kaybederse toplum kaybeder."
"MEB, ŞİDDETİ GERİ PÜSKÜRTMEKTE ZAAFİYET YAŞIYOR"
Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, öğretmen camiasının şiddetin her türünün doğrudan muhatabı olduğunu belirterek, şunları söylüyor:
"Hem Milli Eğitim Bakanlığı hem de yasal mevzuat açısından bu tarz bir şiddeti görünür kılmakta, mahkum etmekte ya da muhataplarını geri püskürtmekte zaafiyet yaşatıyor. Öğretmene yönelik şiddetin yüzde 80’i herhangi bir işleme konu olmuyor. Çünkü öğretmen işin bir neticeye varacağını düşünmüyor. Çünkü araya veli giriyor, öğrenci giriyor. Öğretmenin veliyle ve de öğrenciyle karşı karşıya gelmesi öğretmene yakışmayacak bir husus olarak değerlendiriliyor. Bu yanlış bir değerlendirme. Tabi bütün ekosistemi bütüncül değerlendirmekte fayda var."
"ÖĞRETMEN KORUMA KALKANINDAN YOKSUN"
Öğretmene şiddeti medya ve bakanlık çerçevesinde inceleyen Değer, şöyle devam ediyor:
"Türkiye’de yaşadığımız toplumsal hayatın organizasyonu ve şüphesiz bunun yasal mevzuata dökülmüş hali birtakım meslek gruplarını ya korumaya alıyor ya da etkin bir korumanın dışında bırakıyor. Bir hakime, bir savcıya dönük şiddeti çok istisnai şekilde görebilirsiniz. Bir sağlık çalışanına ilişkin şiddet olaylarını biz basında görüyoruz ama bir taraftan da hem medyanın kullandığı dil hem de Sağlık Bakanlığı’nın olaya müdahalesi, bu tarz bir girişimi kamusal anlamda geri püskürtecek bir direnç oluşturuyor. Hem medyanın veriş biçimi hem de Sağlık Bakanlığı’nın etkin katılımı ve müdahalesi, o şiddeti yönlendirecek olanlar üzerinde bir direnç oluşturuyor. Öğretmen bu tarz bir koruma kalkanından maalesef yoksun."
"MEDYA ŞİDDETİ SIRADANLAŞTIRARAK VERİYOR"
Değer, öğretmene şiddet olaylarında medyanın dilini şöyle eleştiriyor:
"Her gün onlarca öğretmenimiz fiziksel ya da psikolojik şiddete maruz kalıyor. Bakanlık bürokrasisinin kendi içinden gelen mobbing nedeniyle öğretmenlerin öldüğünü biliyoruz. Bunun basına yansıyış biçimini de görüyoruz. İki husus var. Bir, medyanın dili olayı bir vaka-ı adliye üzerinden sıradanlaştırarak veriyor. İkincisi, öğretmenin bakanlık nezdindeki itibarı maalesef toplumdaki itibarsızlığıyla neredeyse eş düzeyde gidiyor. Öğretmenlerin kamusal itibar problemleri var, statüden yoksun vaziyetteler. Bir de buna bakanlık tarafından kendi personelinizi koruyacak, kollayacak bir direnç geliştiremiyorsanız -zaten yasal mevzuat da bu tarz bir koruyucu düzenlemeden yoksun- hem kendi hayatın her türlü alanından gelecek birtakım tazyiklere açık bırakmış olursunuz."
Abdulbaki Değer
"BASINA YANSIYAN KISMI BUZDAĞININ GÖRÜNEN KISMI"
Öğretmenlerin günümüzde "asayiş memuru" gibi hizmet gördüğünü belirten Değer, bu konuya şöyle yaklaşıyor:
"Öğretmenlerin doyumunun düşük olmasının en önemli nedenlerinden biri psikolojik anlamda yıpranması. Bakanlığın açıkladığı ‘nitelikli okulların’ dışında kalan okullarda öğretmen, öğretmen olmaktan ziyade bir güvenlik ve asayiş sağlama memuru gibi hizmet görüyor. Eğitim-öğretim faaliyeti içerisinde bir akademik aktarım yapmak ya da insani iletişim geliştirmek maalesef mümkün olmuyor. Öğretmen daha çok sükuneti sağlamak, öğrencileri susturmak, derse hazır hale getirmek gibi kendi asli vazifelerinin ötesinde işlerle meşguller. Bunlara zaman ayırdığınızda ister istemez mesleki yabancılaşma ve doyumsuzluk yaşıyorsunuz. Zorunlu eğitimin bir tarafı da -bizim çok fazla yüzleşmek istemediğimiz- zoraki eğitim demek. Buraya gelmek istemeyen öğrencileri bir şekilde eğitmeye çalışıyor öğretmen. Her sınıfa 30 öğrenci dolduruyoruz. ‘Her biri özel’ diyoruz ama standart bir müfredat uyguluyoruz. Öğrenci okumak istemiyorken öğretmen nasıl uygulayacak? Bu tarz bir cendere içerisinde öğrenci maruz kaldığı bu durumdan dolayı direnç gösteriyor. Öğretmenin bu direnci kırması gibi yan tali işlerle uğraşması gerekiyor. Bu ilişkinin kendisi zaten çok kıvılcımlı bir ilişki. Her an tutuşabilecek bir ilişki. Basına ve kamuoyuna yansıyan kısmı buzdağının görünen kısmı. Bir de işin alt kısmı var. Öyle okullarımız var ki her gün adli olaylar yaşanıyor. Bu şiddet bazen öğretmene dönük, bazen akranların kendi içinde, bazen çok daha kurumsal bir şeye dönüşebiliyor. Dolayısıyla öğretmenliğin hem MEB bürokrasisi içerisindeki öğretmenin pozisyonu hem zorunlu eğitim üzerinden öğrenciyle ve veliyle karşı karşıya getirilişimiz öğretmeni açığa düşürüyor. Açıkta kalınca da maruz kalma düzeyimiz çok yüksek oluyor."
"MEVCUT EĞİTİM DÜZENEĞİ 18'İNCİ YÜZYILDAN KALMA"
Değer, günümüzdeki eğitim-öğretim algısı ve müfredatına ilişkin ise görüşlerini şu sözlerle ifade ediyor:
"Eğitim-öğretim faaliyetinin çok albenili bir tınısı var. Eğitim deyince akan sular duruyor. Ama eğitim-öğretim faaliyetinin kendi başına iyi ve güzel olması bizim onu iyi ve güzel yürüttüğümüz anlamına gelmiyor. Nitekim bizim eğitimdeki istikrarlı memnuniyetsizliğimiz, istikrarlı başarısızlığımız biraz da bu iyi ve güzel şeyi iyi, doğru ve güzel şekilde yapmayışımızla da ilintili.
Bizim yürüttüğümüz mevcut eğitim düzeneği 18’inci yüzyıldan kalma. Sanayi döneminin ürettiği bir yapıda şu an. Yani fabrika, hapishane, okul ve benzeri yapıların olduğu bir dönem. İnsanların bir yapının içine girip gitmesiyle alakalı bir düzen ama bugünkü dönem bir kapatılma kurumu olarak okulun mevcudiyet ve işlevselliğini zaten atıl bırakmış durumda. Çocukların yetiştikleri dünya böyle bir kapatılma kurumunun içerisinde olabilecek duruma uygun değil. Bizim oluşturduğumuz kurum 18’inci yüzyıldan devraldığımız bir kurum ama biz 21’inci yüzyıldayız artık. Bugün başka bir ilişki biçimi yaşıyoruz. Bugün artık fabrikada fordist bir üretim bandındaki şekilde hayat gitmiyor. Bugün çoğulculuktan, bireysel farklılıktan, değişim-dönüşümden bahsediyoruz. Hatta bugün 12 yıllık uzun süreli eğitimler bile tartışmaya açık halde çünkü her 5 yılda 1 öğrendiğimiz bilginin neredeyse yüzde 80’i yenilenmek durumunda. Uyguladığımız şey ile yaşadığımız gerçeklik arasındaki uyumsuzluk kendi başına bir şiddet üretmeye, fay hatları kaynayan aktif bir durum çıkartıyor karşımıza. Öğrenci evde biricik yetişiyor ve başka bir formasyondan geçiriliyor ama okulda biz onu başka bir formasyona geçiriyoruz. Ama buradaki iki şeyin arasında bir genetik uyumsuzluk var. Uyumsuzluk olduğu zaman öğrencinin direnç göstereceği birinci merkez öğretmen oluyor. Çünkü muhatap olduğu şahıs öğretmen. Ama öğretmenin bu direncin muhatabı olması nedeniyle sisteme olan kızgınlığın faturası öğretmene çıkıyor.
"ÖĞRETMENİN NE GÜCÜ VAR NE MECALİ"
Bir taraftan siz kurumsal yapınızı çağa uygun bir hale getirmiyorsanız öğretmeni bir anlamda bu zamanda yaşayan çocuklar karşısında eskiyi savunacak, eskiyi onlar üzerinde gerçekleştirecek katı bir mühendis beklentisi var. Gerçekleşmeyecek bir beklenti var öğretmen üzerinde. Siz her gün okula gidip ders anlatıyorsunuz. ÖSYM istatistiklerini açın, başarı inanılmaz derecede düşük. Peki bu düşüklüğün öğretmenin kişiliğinde yarattığı bir tahribat var. Bir emek veriliyor ama bunun karşılığını alamıyorsunuz. Bu psikolojik yıpranmışlık ayrı bir bahis. Bir de bunun üzerinden MEB bürokrasinin karşılanmasını istediği ister denetim mekanizması üzerinden olsun, ister kamusal bir söylemin dolaylı muhatabı olarak olsun, ister kurum içi yazışmalar ya da o ilişki ağının içerisinden olsun bir beklenti var. Öğretmenden istikrarlı başarısızlığın ve memnuniyetsizliğin giderilmesine dönük bir beklenti var ama öğretmenin bunu karşılayacak ne gücü var ne mecali."
"GÖRÜNMEZ ŞİDDET TÜRÜ DEĞİL MİDİR?"
Değer, Suriye iç savaşı nedeniyle ülkelerinden kaçarak Türkiye'ye gelmek zorunda bırakılan Suriyeli mülteciler ve bu kapsam eğitim-öğretim sistemine dahil edilen mülteci öğrenciler ile öğretmen ilişkisini ise şöyle değerlendiriyor:
Bizim Suriyeli 4 milyon mülteci kardeşimiz var ülkemizde. Bunun neredeyse 1 milyona yakını eğitim sistemimizin değişik kademelerinde öğrenci. Öğretmen düzenimiz bu öğrencilerin eğitim sistemine entegrasyonuna dönük öğretmen adaylarını ve fiilen öğretmen olanları ne tür bir pedagojik formasyon sürecinden geçirdi? Bu öğretmen sınıfına yeni gelen üstelik yaralı gelen, savaştan kaçıp gelen, yasları olan öğrencisine neyi öğretecek, nasıl öğretecek? Bu öğrenciyi okulun içine aldık ama buna uygun bir donanımla donatmamışsanız öğretmeni bu da öğretmen üzerinde dolaylı ya da görünmez bir şiddet türü değil midir? Bilmediğiniz bir şey ile karşı karşıya bırakılıyorsunuz."
"KİMLİĞİ, DUYGULARI, TALEPLERİ AŞINAN BİR ÖĞRETMEN VAR"
Tüm dünyada tartışılan zorunlu eğitim konusuna ise şöyle yaklaşıyor Değer:
"Zorunlu eğitimin günümüz dünyası içerisindeki okumasını MEB yapmamışsa öğretmen kendi başına bir sosyolojik değişim ve dönüşümün ürünleri, özneleri olan öğrencilerle sınıf içerisinde ne tür bir süper güç ve donanımla baş etmesini bekliyoruz? Bu da başka bir şiddet. Bütün bu yapıdaki çelişkilerin, uyuşmazlıkların hem tarihsel-toplumsal gerçeklikle uyuşmazlığı hem müfredat ile uyuşmazlığının biriktirdiği bir enerji var. Bu enerjinin patlak verdiği bütün noktalarda öğretmen doğrudan hazır bulunmuş oluyor. İster öğrenci üzerinden, ister kurumsal yapı, ister veli üzerinden gelsin sürekli kimliği, duyguları, talepleri aşınan bir öğretmen var. Bazen fiziksel olarak ölüme gidiyor, bazen yaralanıyor ve hastanede kendini buluyor. Çoğu zaman ise işin görünmez olduğu hem fiziksel boyutları olan hem mobbing boyutları olan çok yıpratıcı bir sürecin içerisinde debeleniyor."
"TÜRKİYE KAMUOYUNA YANSIMADI"
Değer, son günlerde tekrar gündeme gelen mülakat adaletsizliğini de hatırlatarak şöyle devam ediyor:
"Milli Eğitim Bakanlığı fiilen, hukuken bu işleri yürütmekle sorumlu tutulan bir birim. Dolayısıyla bu işin çözüm mercii olmasa bile bu işe ilişkin bir çözümü üretecek organizasyonda daha aktif rol almasını bekliyorum.
Biz birkaç gündür mülakat mevzusunu konuşuyoruz. Kişi alanında Türkiye birincisi olmuş ama mülakatta 60’ın altında bir puan verilerek tercih yapması engellenmiş. Bakanlık savunurken diyor ki ‘Mülakat mevzuatta var.’ Şimdi siz bunu dediğiniz zaman bu adalet duygusunu zedeleyen sorunu çözmek için bir çözüm üretmiş olmuyorsunuz. Mesela Alev Alatlı, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde bir konuşma yaptı ve dedi ki ‘Her yasal hak helal değildir.’ Herkes ayakta alkışladı. Mevzuatta mülakat var diye mülakata meşrulaşır diye bir şey olamaz.
Bizim bu eğitim zaafiyetimizin en önemli ayaklarından bir tanesi de sivil katılım ve denetimin ciddi anlamda eksik oluşu. Rahmetli Nurettin Topçu, ‘Milli eğitim sisteminin Türkiye’de iki sorunu var. Biri eğitim, diğeri sistem’ demişti. Bizim de toplumun geniş kesimlerinin alana ilişkin ne bir talebi, ne bir katkısı, ne bir beklentisi, ne de bir kamusal denetim sahibi. Aynı şeyi ben medya ve akademi için de söyleyebilirim. Mesela bakanlığın mülakat açıklamasını çok ciddi anlamda püskürtebilecek bir refleks gösterilmesi gerekiyordu ama bu Türkiye kamuoyuna yansımadı. Bir infial var ama bu infial mülakatın mağdurları ile duygusal bir paylaşım üzerinden gidiyor. Ama meseleyi bozacak, onu savunulamayacak bir noktaya sürecek zihinsel bir performans bekliyordum akademi, medya ve sivil toplumdan ama maalesef öyle bir canlılık yok.
"ÜLKENİN HUKUKTAKİ PERFORMANSI NEYSE EĞİTİMDEKİ DE ODUR"
Değer, mevcut koşullarda yapılabileceklere ilişkinin ise şunları söylüyor:
"Bahsettiğimiz hususlarla ilgili Türkiye içinde yapılacak şeylerden bir tanesi şudur: Türkiye’den bahsettiğimiz zaman bütün halinde bir ülkeden bahsediyoruz. Bu ülkenin ekonomi alanındaki performansı neyse maalesef eğitim alanındaki performansı da odur. Hukuk, adaletteki performansı neyse, eğitimdeki başarısı da bundan bağımsız olamaz. Dolayısıyla eğitimdeki hal çaremizin önemli bir ayağı Türkiye’nin hukuksal anlamda sivil, çoğulcu bir niteliğe bürünmesi, bunun demokratik standartlarının olabildiğince yükselmesiyle ilgili bir şey. Bunu gerçekleştirdiğiniz zaman eğitim de kendiliğinden gerçekleşecek şeyler var. Bireyin hak ve hukukunun ciddi anlamda korunduğu, bireyin birtakım iltimas, kayırma, imtiyaz ilişkileri üzerinden korumaya alınması değil, memleketin herbir ferdinin hakkının hukukunun korunduğu bir düzen yapabilirsek öğretmenin de muhatap olduğu şiddetin önemli bir kısmını belki geri püskürtmüş olabileceğiz.
Öğretmenin çalıştığı kurumun kendi yapısıyla günümüz dünyasının yapısı arasındaki uyumsuzluk maalesef dünyada da tartışılan ama çok yoğun tartışılmayan bir şey. Her 5 yılda 1 bilginin yenilenmesiyle ilgili durum nedeniyle eğitim kurumları üzerinde inanılmaz bir basınç var. Bu basıncı taşımadığınız zaman öğretmen dünde kalmış bir yapının muhafızı, müdafisi gibi bir bekçiye dönüşüyor. Bu ancak özellikle akademinin özellikle bağımsız aydınların konya ilişkin çabalarıyla da zenginleşip derinleştirilebilecek bir konu.
Genel kitlesel eğitimin kendisinde küresel çapta bir sıkıntı var. Biz eğitimde başarı sıralamasındaki yerimize odaklanıyoruz ama birinci olanların birinci olurken acaba diğer taraftan ne tür sıkıntılar yaşadığını ya da o birincilerin çıktığı yerde sonda kalanların ahvalinin ne olduğuna ilişkin bütüncül bir okuma ve kavrayıştan da yoksun konuşuyoruz. Bu mevzuları ‘Eğitim iyidir, eğitim güzeldir’ klişelerinin ötesinde ‘Eğitim güzeldir ama bu güzelliğin içerisinde acaba ne tür hoyrat işler çevriliyor? ne tür bir kıyım düzeneğine çevrilebiliyor iyi ve güzel dediğimiz şeyler?’gibi soruların da farkında olmak lazım. Meseleye ciddiyetle, çağın ruhunu da kavrayacak bir bütüncüllükle yaklaşırsak yaklaşabiliriz."
"HER PROBLEM BİZE YÖNELTİLMİŞ BİR SORUDUR"
Değer, değerlendirmelerini şöyle sonladırıyor:
"Ara ara raporlar açıklanıyor öğretmenlerin uğradığı şiddetle alakalı ama bu kendi başına çok anlamlı bir şey değil. Bu tarz veriler Milli Eğitim Bakanlığı’nın kendi içerisinde de vardır. Bunlar Halil Cibran’ın ifadesiyle ‘Her suç topluma yöneltilmiş bir sorudur.’ Her sıkıntı, her problem aslında bize işleyişimize ilişkin yöneltilmiş bir sorudur. O sorunun hakkını vermek gerekiyor. Şiddet var ama Türkiye’nin her bir yanında şiddet varsa, öğretmen memnuniyetsizliği varsa, öğretmen kendini mutlu hissetmiyorsa, öğrenci kendini mutlu hissetmiyorsa, MEB beklentilerinin karşılanmadığını düşünüyorsa o zaman yapısal bir şey var. Biraz daha meseleyi öğrencinin ve öğretmenin bireysel özelliklerinde tüketmek yerine öğretmen ve öğrencinin biyografik hikayesiyle toplumsal gerçeklik arasındaki bağı kurabilirsek daha bir mesafe imkanı olabilir.
Öğretmenlerin yüzde 29.3’ü okul ve çevresinde şiddet gördüğünü ifade etmiş. Yüzde 54’ü sözlü, yüzde 38.7’si psikolojik, yüzde 7’si fiziksel, yüzde 0.3’ü cinsel şiddete uğradığını söylemiş. Bu tarz verileri okuyuşumuzda sıkıntı görüyorum. Öğretmen fiziksel anlamda da bahsettiğimizden çok fazla şiddet mağduru, psikolojik anlamda da tahmin edilenin çok daha ötesinde şiddete maruz kalıyor. O şiddeti püskürtebilecek bütün enstrümanlardan, koruma mekanizmalarından yoksun çünkü.
"OLAYIN NE KADAR TAKİPÇİSİ OLDUĞUNUZ İŞİN KADERİNİ TAYİN EDİYOR"
Bir sağlık çalışanı şiddete maruz kaldığında Sağlık Bakanı’nı ekranda, cenazesinde görebilirsiniz. Onu konuya ilişkin çok sert açıklama yaparken görürsünüz. Ama mesela bir öğretmen bıçaklanarak öldürüldü. Milli Eğitim Bakanı’nın bu öğretmenin cenazesinde bulunmak, ailesinin yanında olmaktan daha büyük ne görevi olabilir? Orada bulunmaları mesaj vermek ya da sözlü iletişimle sınırlı bir şey değil. O mesajı sizin nasıl verdiğiniz çok önemli. Herkes, her şeyi kınıyor ama nasıl kınadığınız, nerede kınadığınız, onun ne kadar takipçisi olduğunuz gibi hususlar işin kaderini tayin ediyor. Burada bir kurumsal yapının kendi işleyişini ve çalışanlarıyla ilişkisini nasıl çizdiğine ilişkin bir şey var. Öğretmenin şiddetin mağduru olmasının çok daha büyük faturası aslında şudur: Bu kadar kolay bir ilişkide hırpalanan pozisyondaysa öğretmen o zaman bu öğretmenden beklediğiniz öncülüğü yapmasını isteyemezsiniz. Çünkü o önceliği yapacak donanımdan yoksun bırakmışsınızdır. O öncülüğü yapacak şartları sağlamıyorsanız nasıl o öncülüğü yapacak? Devletin bir savcıya, hakime verdiği bir pozisyon var ve bunu o kurumun içerisinde girdiğinizde hissedersiniz. Bir adliyede bir savcının, bir hakimin bulunduğu koridorda esen rüzgarı fark ediyorsunuzdur. Peki okula girdiğinizde var mı böyle bir rüzgar? O rüzgarı estiren güç ne için estiriyorsa Milli Eğitim Bakanlığı’nda, öğretmenlerin görevlerini yaptıkları yerde böyle bir rüzgar esmiyor. Çünkü o rüzgar, o iklim oraya gelen insanları hizaya sokuyor. Sözle uyarmanıza gerek yok. O rüzgar herkese kendi sınırlarını hatırlatıyor."
KAYNAK: KARAR GAZETESİ