Her gün en az üç kadının öldürüldüğü ülkemizde, bu katliama son verecek etkili önlemler alınamıyor, alınmıyor. Kadınlar, çoğunlukla resmi düzlemdeki kişi ve kurumların sorumluluklarını yerine getirdiği takdirde önlenebilecekken önlenmeyen cinayetlerle yaşamlarını yitirmeye devam ediyorlar.
Katillerin çoğu “aile”den. Abi, eş, amca ya da eski eş. En son 29 Temmuz 2011 günü İstanbul’un Sultanbeyli ilçesinde Müzeyyen Yanıkbaş, eski eşi tarafından, sokak ortasında öldürüldü. Gazeteler katilin; “ahlaksızlık yaptı öldürdüm” cümlesine yer vermişti. Anlaşılan katil eski koca, katlettiği kadının “ahlaksızlık yaptığı”nı söyleyerek toplum nezdinde hatta kanun nezdinde de suçunu mazur göstermeye çalışıyordu. Toplumun ve devletin kadınlara çizdiği bir “ahlak” sınırından medet umuyordu. Gazetelerde bu haberin altında yer alan başka bir kadına yönelik şiddet haberinin başlığı ise “sevdiğim için işkence yaptım” idi. Bu da karısının burnunu kıran, üzerine kaynar su döken kocanın, yaptığı işkenceyi mazur gösterecek mazereti idi.
AKP hükümeti, kadına yönelik şiddet konusunda en son “kelepçe” konusunu gündeme getirdi. Hatırlanacağı gibi bundan önce de taciz ve tecavüz suçları konusunda “hadımlaştırma” önerisini gündeme getirmiş, gelen tepkiler üzerine bu konu gündemden kaldırılmıştı.
Çözüm hadımlaştırma ya da kelepçede mi yoksa zihniyetlerde mi? Şu son iki şiddet olayı bile, kadına yönelik şiddetin gerisindeki değerleri, algıları, yargıları açıkça ortaya koymaya yetmektedir. Kadına yönelik şiddetin gerisinde kontrol edilemeyen dürtüler, kelepçelenerek engellenecek davranışlar değil, kadınlığa ve erkekliğe yüklenen farklı ve eşitsiz roller, kadınlar ve erkekler arasında eşitsiz güç ilişkileri bulunmaktadır. Bu çok açıktır. Katil “ahlaksızlık yaptı öldürdüm” diyor çünkü devletin ve toplumun geneline egemen olan toplumsal cinsiyet ideolojisinin kadına biçtiği bir ahlak sınırı olduğunu ve bu sınırın da kadının bedeninin, davranışlarının, cinselliğinin, aile, erkek, koca, baba, devlet, ahlak, din tarafından belirlenerek denetlendiğini biliyor. İşkenceci koca “seviyordum işkence yaptım” diyor çünkü babanın, kocanın, devletin vb. her türlü muktedirin şiddetinin “döver de sever de” yaklaşımıyla meşrulaştırılabileceğini biliyor.
Aslolan mevcut eşitsiz cinsiyet ilişkilerini, bu ilişkilerin yeniden üretildiği aileyi korumaksa; aslolan babanın, devletin, kocanın kadınların, çocukların ve toplumun bütün güçsüzleştirilenlerinin üzerindeki mutlak hakimiyetini garantiye almaksa; kadınların bedenleri ve hayatları kaçınılmaz olarak önemsiz hale geliyor.
Bugün hükümetin her kadın cinayetinin ardından hadımlaştırma ya da kelepçe gibi yeni bir “açılım” yapması bu nedenle hiçbir anlam taşımıyor. Kadınları aile içi şiddetten korumak amacıyla hazırlanan yasayı bile “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” adıyla çıkaran, mecliste kurulacak Cinsiyet Eşitliği Komisyonunu, Fırsat Eşitliği Komisyonu’na dönüştüren, kadın erkek eşitliği politikalarının oluşturulmasında önemli bir işlevi bulunan Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünü Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı adıyla kurulan bakanlığın bünyesine yerleştirerek kadın erkek eşitliğini sağlamakla görevli mekanizmayı ortadan kaldıran bir zihniyetin, kadını birey olarak değil ailenin bir unsuru olarak görmenin ötesine geçmesi mümkün değildir. Bu zihniyetle kadına yönelik şiddetin önlenmesi de mümkün olamaz.
Dolayısıyla bir kez daha hükümete sesleniyoruz; kadına yönelik şiddeti engellemek için hadımlaştırma ya da kelepçe değil kadını insan olarak görmeyi sağlayacak, aileyi değil kadını korumayı esas alacak bir zihniyet değişimi gerekiyor.
Güncelleme Tarihi: 01 Ağustos 2011, 00:00