Eğitim gazeteciliğinde 30 yılımı doldurdum. Bir anlamda son 30 yılda, eğitim adına olup bitenlere tanıklık ettim. 10 binin üzerinde makale yazdım. Çoğu da eleştireldi. Niye? Çünkü çocuk ve gençlerimizin çok iyisini hak ettiğine inandım, inanmaya da devam ediyorum...
Bugüne kadar tek yazım tekzip edilmedi. Kemal Gürüz dışında dava açan da olmadı. O davalar da hep lehimize sonuçlandı...
Bugüne kadar yazdığım her yazının ve yaptığım her haberin arkasındayım. Şimdiye kadar hiç kimse, yalan, yanlış, kasıtlı ya da maksadı aşan yazılar yazdın demedi, şu yazdıkların doğru değil diye düzeltme göndermedi. Çünkü yazmadan önce birinci önceliğim hep doğruluk olur. Belgesi olmadan, konuyu kavramadan kalemi elime almam.
Kızdırdığım insanlar hep oldu ama hiçbir zaman amacım o değildi. Görevdeyken beni eleştirenler, daha sonra hep haklıymışsın dediler...
En çok eleştirdiklerimi, zaman geldi en fazla savunan ben oldum. Çünkü hak etmedikleri eleştirilere muhatap oluyorlardı. Vurun abalıya yapılıyordu. Oysa onlar onu hak etmiyordu. İcraatları eleştirilebilir ama kişilik haklarına asla dokunulmamalıydı...
Bugün bize kızan, kırılan ya da gönül koyanlar da çok iyi bilsinler ki, eğer çevrelerinde kendi doğrularını savunacak tek kişi kalmasa bile biz yine hep yanlarında olacağız. Yeter ki haklı olsunlar...
Tek işimiz gazetecilik
80’li yıllarda eğitimin parlayan yıldızı Doğramacı’ydı. 12 Eylül’lü de arkasına alarak üniversitelerde büyük operasyonlar yaptı. Ona göre yaptığı reformdu ama başkaları katliam olarak nitelendiriyordu. İşte bu süreçte, kimi zaman eleştirdik kimi zaman da alkışladık. Eğer onunla ilgili yazdıklarımı, bir başkası için yazsaydım yüzlerce kez mahkemeye giderdi ya da selamı sabahı keserdi. Ama tam aksine en sıcak ilgiyi hep o gösterdi. Dünyanın neresine gitse yazılarımı bir şekilde okur, telefon açar bazen bu öyle değil böyle derdi, bazen de eline sağlık yola devam diye gaz verirdi...
Doğramacı’nın aldığı eleştiriler, kendinden sonra gelen tüm başkanların aldığı eleştirilerin toplamından çok daha fazlaydı. Ama o bunlara kızma yerine yararlanmayı tercih etti. Hoşgörüsü ise hep saygı uyandırdı. Yazarken çok daha titiz olmamızı sağladı...
90’lı yıllarda da Milli Eğitim bakanlarının en çok şikâyetçi olduğu gazeteciydim. Yanlış yazıyorsun diyen yoktu. Onların şikâyeti de niye her gün yazıyorsun, başka işin mi yok yönündeydi.
Oysa benim işim bu. Üzerimde 20 milyon öğrenci ve 30 milyon velinin sorumluluğu var. Gözden kaçan en ufak bir ayrıntı bile birinin geleceğinin heba olmasına neden olur diye kılı kırk yardım.
Bakanlarla dost olunduğunda, haklarında rahat yazı yazılamayacağının çok örneklerini gördüğüm için görevde oldukları sürece hep mesafeli olum. Ama koltuktan düşüp de hiç kimsenin kendilerini arayıp sormadıkları dönemlerde de, belki de tek arayıp soranları ben oldum. Gaz verenler, yağ çekenler ise yeni koltuk sahiplerinin peşine düşmüşlerdi...
YÖK ve ÖSYM
ÖSYM ve YÖK’ü kuruldukları günden bugüne çok yakından izliyorum. Başkanlarıyla hep “didiştik”. Çünkü aksaklık ve iddialar, yaz yaz bitmiyordu. Bugünle kıyaslandığında, eskiler hakkında yazdıklarım, kesinlikle çok daha fazlaydı. Sadece onlar değil, Milli Eğitim Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanları hakkında da. Rektör atamalarıyla ilgili öyle bir dönem olmuştu ki, neredeyse hemen her gün Cumhurbaşkanı Sezer’e eleştiriler yöneltmiştim. Ecevit ve bakanları da çok eleştiri almıştı. ANAP ve DYP’li bakanlar da niye bu kadar çok yazıyorsun deseler de eleştirilere karşı hep toleranslıydılar...
Milli Eğitim Bakanlığı, Mustafa Üstündağ ve Necdet Uğur’dan sonra CHP’ye sanıyorum hiç gelmedi. Onlar da 80 öncesiydi. Sonrasında ise eğitimle uzaktan yakından ilgileri olmadı. Yıllarca es kaza Milli Eğitim CHP’ye verilse ne yaparlar diye hep eleştiri oklarının hedefinde oldular.
2000’li yıllar
Ak Parti diğer konularda gösterdiği istikrarı ve performansı, eğitimde gösteremedi. Bazen engellendi bazen de attığı taşlar yerini bulmadı. Diğer bakanlıklardan çoğu hiç el değiştirmezken Milli Eğitim üç kez el değiştirdi. İçlerinde performansı en yüksek olan Çelik’ti. Aynı dönemde atanan, ÖSYM ve YÖK başkanları içerisinde de müthiş başarılı olanlar da vardı, koltuğuna bir türlü ısınamayanlar da oldu. Ama zaten hep öyle olmuyor mu?..
Bugüne kadar yazdığım yazılar ya da yaptığım programlar nedeniyle vicdanım hiç sızlamadı. Çünkü hep doğru olanı yaptım. Mesleğin etik kurallarından şaşmadım. Taraf olduğum tek kesim ise sadece ve sadece çocuk ve gençler başta olmak üzere halkın ta kendisiydi.
Zaten aksi olsa Milliyet gibi saygın bir gazetede 30 yıl görev yapamazdım. Bin tane filtreden geçen yazılar, bir yerlerde takılır, Milliyet’in saygınlığının sorgulanmasına müsaade edilmezdi..
Biz hep aynıyız ama...
Beni daha iyi tanımak isteyenlere ya da yaptıklarımı sorgulamak isteyenlere önerim, gazetecilik geçmişimi araştırmaları. Dün başkalarına yapılmayıp da kendilerine yapılan ne var?..
Özellikle Genç Bakış’ta iktidardan bir konuk çıkarttığımızda “sen de mi yandaş oldun” diye eleştiri yağıyor. Muhalefetten çıkarttığınızda da bu kez iktidar öküzün altında buzağı arıyor. Oysa biz aynı biziz. Çizgimizde de zerre kadar değişiklik yok.
Bazen tek kutuplu haber yapıyoruz intibaı uyanıyor. Eleştiri var, eleştiren var. Savunan neden yok deniliyor. Ama bunun sorumlusu kesinlikle biz değiliz. Hem programlar, hem de eleştiri konusu olan yazılar için en tepedekileri, her defasında arıyoruz. Ama gelmiyorlarsa, konuşmuyorlarsa, haklarındaki iddialara cevap vermiyorlarsa, biz ne yapabiliriz ki!
Üstelik, tek taraflı haber yapılıyor izlenimi yaratıldığı için bu durumdan en fazla rahatsız olan da yine biziz..
Özetin özeti: Yazdığımız her satırın hukuki ve vicdani sorumluluğunun bilincindeyiz ve arkasındayız. İktidardan muhalefete, bürokratlardan velilere, çocuklardan gençlere, herkes kendini nasıl biliyorsa bizi de öyle bilsin. Çünkü biz de onlardan biriyiz...
abbasguclu.com.tr